BİR ÇILGIN VALİ
1925 Eylül ayında tam kadro ile Karadeniz turnesine çıktık.. «İnönü» isimli köhne bir vapur; iskelelere uğrayarak, götürüp bizi beş günde Trabzon’a bıraktı. Trabzon’a geldiğimiz gün: «Rize Valisi sizinle görüşmek istiyor» dediler. «Buyursunlar» dedik, buluştuk. Zeki bir adamdı. Şivesinde bir Doğulu ahengi vardı. Zayıf vücudu ile çevik bir kimse olduğu belli. İstiklâl harbinde jandarma zabiti imiş. Yaşına bakılırsa rütbesi küçük olacak. İsmi de Hurşit Bey... «Sizin için, sizinle görüşmek ve Rize’ye davet etmek için geldim. Sizden söz alınca, buraya geldiğiniz vapurla ben de Rize’ye döneceğim”.
RİZE’DE YİRMİ, GÜNDE TİYATRO BİNASI YAPILDI
Rize nasıl yerdir? Oteli, lokantası ne çeşittir? En mühimi: Tiyatro binası var mıdır? Bu sualler içimizden geçerken, o tereddüdümüzü anladı. ”Merak etmeyin, rahat edebileceğiniz bir otel yaptırttım.. Geleceğinizi vaat ederseniz, gider gitmez de tiyatroyu yaptırıp, elektriği de temin edeceğim”. “Tiyatro binası? Elektrik? Yani biz gelinceye kadar mı?. “Evet siz gelinceye kadar”.Bu adam ya tiyatro binasının nasıl bir şey olduğunu bilmiyor, yahut ta, palavracının biri. Kahve köşesinde mi yer gösterecek: «İşte tiyatromuz, buyurun» mu diyecek? “Programınızı gördüm. Daha yirmi gün var”. Evet. İşte bizde onun için, yani yirmi günde bilmem ama, bu kadar şeyi yapmak?.. Hülâsa, uzatmayalım: Meğer oteli bir ayda yaptırmış! Mezarlıkları yol üstünden münasip bir yere kaldırmaya, bir iki günde muvaffak olmuş. Mektepler, yollar, parklar, köprüler seri halinde inşa edilmiş. Biz Rize’ye çıktığımız zaman sahnesi, sahne odaları, salonu ve koltukları tamam ve hazır olan tiyatro binasının başlaması ile bitmesi tam 19 gün sürmüş! Şehir elektrik tesisatının kurulması için de üç gün kâfi gelmiş! Memleketimizde böyle sürat, görülmüş işitilmiş şey değildi. Büyük şehirlerimizde bile, mühendislerin parmakla sayıldığı, yapı ustalarının hiç bulunmadığı, o devirde bunları yapmak! Harika bir adam bu!. Böyle bir Valinin davetine gitmek: mucize misali yaptığı işleri yerinde görmek; bahusus tiyatroyla da ilgilendiği için, bize göre «İdeal Vali» sayıldığından, teklifini kabul etmek boynumuzun borcuydu.. «Pekiyi, geliyoruz» dedik.
ŞİRİN BİR YER
12 Ekim 1925 alaturka saat 12,35’de «Vatan» vapuru ile Rize’ye hareket ettik.
Rize şehrinin dışardan görünüşte bir harika. Seyrine doyulmayacak kadar nefis... Zaten Samsun’dan bu taraflara, tabiat öyle cömert davranmış, bütün sahile öyle emsalsiz güzellikler serpmiş ki. Limanı, dalgakıranı, rıhtımı, iskelesi, olmayan bir vilâyet merkezi. Denizden gelip kumsala ayak bastınız mı; karşınızda şöyle bir kaç ev ve bir caddelik dar bir şehir. «Dar» diyorum, çünkü hemen, tepesine kadar orman olan dağlarla fonlanmış.. Hülâsa; denizle, yemyeşil dağın arasında uzanan Kordon, şerit, korniş.. Ne denir böylesine bir şehre bilmiyorum ama; güzel, şirin bir yer. Hurşit beyin eserleri sahile, âdeta kumsal üzerine sıralanmış. Vapurumuz şehrin önüne demirlediği zaman karanlık basmıştı. Üç günlük elektrikler; bir aylık bembeyaz sivri oteli, gene bembeyaz yassı tiyatro binasını pırıl pırıl bir hale getirmiş. Hani kuyumcu vitrinlerine siyah kadife kaplarlar da, bol ziyanın altında elmasların parıltıları gözleri kamaştırır.. İşte karanlıklar içinde göklere kadar yükselmiş ormanın kucağında, bu beyaz badanalı, bol ışıklı binalar öyle görünüyorlardı. Karadeniz sahil şehirlerine mahsus biçimli kayıklarla, kumsala baştankara ederek, Rize’ye bu güzel görünüşlerle çıktık. Rutubeti daha tükenmemiş yeni otelin, kullanılmamış möbleli küçük odalarına neşeler içinde yerleştik.
YURDUN FAKİR KÖŞESİ RİZE
Seneler sonrası çay tarlaları, mandalina ormanlarıyla zenginleşecek olan Rize o seneler, Türkiye’nin en fakir bir köşesiydi.. Okur-yazarın sayısı ne kadardı bilmem. Ama görünen bir şey varsa o da: Türkiye’nin sıkıntıyla geçinen bir topluluğunun içindeydik... Para yok. Geçim sıkıntısı sonsuz. Bu şartlar altında tiyatro ancak kültürü bol batı memleketlerinde oynanır ve seyirci de bulur. Ama Hurşit Bey, 19 günde tiyatro binası yaptığı gibi, aynı zaman için tiyatro seyircisi de bulmuştu. Ömürleri yerli ve yabancı düşmanlara karşı mücadeleyle geçen bu insanların bulundukları şehre davullu, dümbelekli, kantolu birtakım topluluklar gelmiş geçmiş. Ama bildiğimiz tiyatro ya benzer; temsil verir bir heyet uğramamış.. Bir akşam sonra karşılarına çıkacak olan Darülbedayi’in ne olduğunu ve ne yapacaklarını; yaptıkları şeyin karşısında kendilerinin nasıl davranacaklarını bilmelerine elbet imkân yoktu. Tabiî birkaç memur ve eşraftan iki-üç kişi müstesna. Vali Hurşit Bey başta olmak üzere, bilenler bilmeyenlere tiyatroyu anlatmışlar; “Bu gelenler, sizin gördüğünüz oyunculardan değildir. Bunları ciddiyetle dinleyecek ve perde sonunda onları alkışlayacaksınız” demişler.
RİZE’DE YER YERİNDEN OYNUYOR
Rize’ye üç komedi ile gitmiştik. Hepimiz giyindik, kuşandık. Bir ara, sahnenin yan tarafına düşen bir delikten dışarı baktım; seyirciler de bu geceye mahsus giyinip kuşanmışlar... Hiç de gündüz sokakta gördüğüm kıyafette değiller... Ceza Kanunu ile, seyirciler istedikleri kadar neşeleniyorlardı. Ta ki: üçüncü perdenin ortalarına doğru bir topçu bombardımanıdır başladı!. Evet, sanki düşman orduları şehri sarmış, veriyor bizi topçu ateşine. Yer yerinden oynuyor... Demeye kalmadan, hemen arkasından bir şangırtıdır koptu... Müthiş bir sağnak. Gürültüden seslerimizi sahneden seyirciye işittirecek kudretimiz kalmadı. Kadınlı erkekli hepimiz artık temsili aksatmadan yürütmeyi değil de, can havline düştük. Nasıl düşmeyelim ki; başlaması ile bitmesi yirmi gün süren tiyatro binası içindeyiz. Arkası alabildiğine yüksek bir dağ; önümüz, dalgalarıyla meşhur bir deniz. Biz kumsala çakılmış acele yapı bir binanın içinde. Gel de bu şartlar altında can kaygısına düşme! Allah vermesin, dağdan bir sel geldi mi, Fatih’in donanması gibi, karadan denize inivereceğiz.
TİYATROYU SEL BASIYOR
O hengâmda gık demeden boğulmak işten değil. Bocalamamdan dolayı Nurettin Bey de müşkül duruma düştü. Allah’tan fazla kekelememe vakit kalmadan, o esnada bütün ışıklar sönüp tiyatronun içi zifirî karanlığa gömüldü. Şehrin elektrik teşkilâtı da, Zati Sungur’un marifetleri gibi, göz açıp kapanıncaya kadar tesis edilmişti. Sağa sola yıldırımlar düşmeye başlayınca, tiyatroya, lüzumu kadar lamba ve mumlarla haber salmışlar: «Şehrin cereyanını kesiyoruz» diye. “Her şeyden evvel sanat” der gibi, kulisten aldığım lambayı ortadaki masanın üstüne koyup oyuna devama başladık. Başladık mı, başlıyor mu idik bilemem: seyirciler arasından bir feryat yükseldi: “Sel basıyor”. Sahnenin önü bir an içinde karıştı.. Bu benim karanlıkta seçebildiğim kısım. Arka tarafları ne âlemde göremiyorum ama, artık “Her şeyden evvel can” kurtarma zamanı geldiğinin anlaşılmayacak tarafı kalmadı. Yüzümde yapıştırma sakal, arkamda Halim Efendi kıyafeti; sahne kapısı önüne geldim ki: her taraf göl!. Çaresi yok, paçaları diz kapağına kadar sıvadık, attık ayağımızı derenin içine. Yağan yağmurun şiddetinden az zamanda üst kısmından başlayan ıslaklık oluk halinde akarak, sıvanmış paçalarımın kıvrımlarından aşağı doğru bir şelâle yaptı. Senelerce bu Rize turnesini unutamamıştık.
AZ KALSIN KİM VURDUYA GİDECEKTİM
Ben böyle sırsıklam bir halde, yağmur altında ve sular içinde, bir karış ötesi görünmez karanlıklar arasında yürüdüm, yürüdüm. Nihayet karşıda cılız bir ışık gördüm. Hah dedim, bizim otel. Yaklaştım. Yaklaştım. Işığa birkaç adım kaldı kalmadı; yan taraftan gür bir ses kulağımda patladı! Duuur! Zaten iliklerime kadar ıslanmış perişan bir haldeyim. Bu sesi de duyunca elim ayağım boşaldı. Dört gündür eşkıya hikâyesi dinlemekten, ıslahı hal etmiş sabık şakilerle görüşmekten soygunculuk ve ölüm şuuruma yerleşmiş. Dur emriyle bir heykel kesildim. Kımıldamak değil, nefes almaya cesaretim kalmadı. Sesin sahibi yaklaştı. Hay Allah müstahakım versin; elinde tüfeği bir jandarma! Yüreğime biraz su serpildi ama acaba ben nereye gelmiştim? Memnu mıntıka filan mı idi burası? Meğer orası hapishane imiş! Demek soyguncu korkusuyla dur emrini dinlemeyip kaçsaymışım, arkadan kurşunu yiyecek, kelime-i şehadet getiremeden gidecekmişim. Bir de otele varalım ki, üç kat binanın tepesinden dibine kadar sular akıyor! Hay gözünü sevdiğimin rahmet-i İlâhi’si! Sığınacak bir otelimiz vardı. Onun dahi damını delip temellerine kadar indin! Yapı ustaları bu kadar -günde ancak çatıyı alıp, kiremit altı tahtalarını çakabilmişler. Sadece güneşten muhafaza için yazlık dam. Yağmuru geçirmeyecek kışlık damı da, temsiller bittikten sonra tamamlarız, diye düşünmüşler. Kısmetinde olanın kaşığında çıkar derler ya. Bizim kısmetimize de bir gecelik başımızdan aşağı soğuk duş çıktı..
RİZE’Yİ RİZE VALİSİNİ HİÇ UNUTMADIK
Öyle de olsa böyle de, biz Rize’den memnun ayrıldık. Dönüş günü kabaran deniz üstünden kayıklarla vapura gitmek güçlüğü, hatta batma tehlikesi geçirmemize rağmen, zeki olan halkının tiyatroyu anlayarak, zevk alarak dinleyişinden biz de zevk duyduk. Eşrafı da, eşraf delikanlıları da gönül alıcı insanlardı. Hele tiyatroyu Rize’ye sokmayı düşünebilen ve buna teşebbüs de eden Vali Mehmet Hurşit Akkaya Bey’i daima muhabbet ve saygıyla anarız...
Fatih Sultan KAR / İST.